The Lost Flowers of Alice Hart - Sesi Çalınan Kadınların Hikâyesi

Holly Ringland'in aynı adlı romanından uyarlanan 2023 yapımı, 7 bölümlük mini dizi The Lost Flowers of Alice Hart, Avustralya'nın kendine has toprağında yetişen çiçeklerinin ve Avustralya'nın kendine has toprağında yetişen kadınlarının öyküsünü anlatan acayip bir iş. 

Konusuna hiç bakmadan direkt açtım izlemeye başladım, iyi de yapmışım, üstünde ince bir gizem tabakasıyla başlayan ve onu usul usul üfleyerek, kendini yavaşça açan dizinin ne anlattığını ve nereye doğru akacağını izlerken öğrenmek daha bir keyifliydi. 9 yaşındaki Alice'in hamile annesi ve babasıyla sahil kenarında, şehirden izole olan evlerinde kalabalıklardan uzak, doğayla iç içe sürdürdüğü günlük yaşantısıyla açılır dizi. Bu pastoral aile manzarası Alice ve annesi Agnes'in kollarındaki morluklar ve ara ara gözlerinde beliren ürkeklikle çatırdamaya başlar ufaktan. Ve çok geçmeden rustik yaşantılarının huzura değil, sessizce kabullenilmiş bir korkuya dayalı olduğu ortaya çıkar. Babası geçirdiği sinir krizlerinde hamile annesini de, Alice'i de dövmektedir devamlı. 

Annesinin anlattığı hikâyelere sığınan ismiyle müsemma Alice bir gün yine annesinin anlattığı bir hikâyenin peşine düşüp tek başına kasabadaki kütüphaneye gider, orada kütüphaneci kadın Alice'in aile içi şiddete maruz kaldığını anlar ve yardım etmek için girişimlerde bulunur. Ama Alice'i babasının şiddetinden kurtaracak olan çare kütüphaneci kadın ve polis olan kocası sayesinde değil Alice'in hep hayalini kurduğu üzere babasının yanmasıyla gerçekleşecektir! Bir gün evlerinde çıkan gizemli bir yangında önce babası, ardından da erken doğuma giren annesi ölür, Alice ise çok ağır dayak yemiş olarak hastaneye kaldırılır ve komaya girer. Komadan çıktığında ise Alice'i ve onu evlat edinmek isteyen kütüphaneci kadını bekleyen bir sürpriz vardır. Hiç tanımadığı, varlığından haberdar dahi olmadığı babaannesi Alice'i almak için çıkagelir ve onu sahibesi olduğu Thornfield adındaki çiçek çiftliğine götürür. Bu uzun girizgahın ardından esas hikâye de, sahneye Alice'in babaannesi June'un çıkışı ile başlamış olur.

Dizinin adını aldığı çiçekler hem gerçekten Thornfield adındaki çiçek çiftliğinde yetiştirilen Avustralya'ya özgü çiçekleri, hem de o çiftlikte yaşayan ve çalışan kadınları temsil eder. Gidecek yeri olmayan ve çoğunlukla kaçması gereken bir erkek olan aile içi şiddet ve istismar mağduru bîçare kadınlar için bir kadın sığınma evi işlevi de gören enteresan bir çiftlik Thornfield. Kendi dili, kendi kültürü, kendi florası olan, dünyanın soldurduğu çiçeklerin yeniden açıp yeniden nefes alabilmesi için dizayn edilmiş bir hâne. Komün hayatı yaşayan, izole, anaerkil bir topluluk.

Alice hem June'un torunu, hem de çiftlikteki diğer kadınlar gibi istismar mağduru bir kız olarak Thornfield'a gelir. Yoğun bakımdan çıktıktan sonra konuşma kaybı yaşayan ve sessizliğe gömülen Alice, Thornfield kadınlarının sembolik olarak çalınan sesinin, ezilen varlığının, paramparça edilen ruhunun somut ve acısı taze bir simgesidir adeta. Thornfield'daki hayata uyum sağlayarak çiçeklerin dilini, kaybettiği sesini ve anne babasının karanlık mazisini keşfedecektir. 

Çiçeklerin Dili

Diziyi feminist drama türünde orijinal bir yere koyan özelliği sesinin kaybetmiş kadınların çiçeklerin diliyle inşa ettikleri benzersiz iletişim şekilleri. Ayrı ayrı her bir çiçeğe verilen sembolik anlamlar, çiçeklerin demet yapılış şekli, renkleri, sayıları, düz ya da ters duruşları ile ince ince anlamlanır ve kendine ait bir iletişim diline dönüşürler. Batıda floriografi, doğuda lisan-ı ezhar denilen bu sanatla, yani çiçeklerin diliyle konuşur Thornfield kadınları. Thornfield'da yetişen çiçeklerle demetler yapıp birbirlerine mesajlar bırakırlar. Bu mesajlar bazen sıcacık ve zarif, bazen de zehir gibi acıdır. 

Bazen birbirlerini düştükleri yerden yeniden ayağa kalkmaya teşvik etmek ve cesaretlendirmek için "her gün yeniden başlamak için bir fırsattır" anlamına gelen bir demet asılır bir ağacın gövdesine, bazen sarılma yerine geçen bir "kalp kırıklığı şifası" çiçeği konulur komodinin üstüne sessizce, bazen de en galiz küfürlerden daha çok içe oturan "artık ihtiyaç duymadığım şeyi bırakıyorum" buketi kalır terk edenin ardında. 

Thornfield kadınları önemli ve ağır meselelerde birbirleriyle konuşmaz, sadece çiçeklerle mesaj bırakırlar. Bu topluluklarına özel gizli dil onlara hırpalandıkları dışardaki dünyadan sonra huzurlu bir konfor sağlasa da giderek kötü de bir alışkanlığa dönüşür. Kanıksanan ve olağanlaşan bir konuşmama hâli peşinden sırları ve yapılamamış ve içe dert olmuş yüzleşmeleri de getirir. Bu durum en çok kapalı bir kutu olan June ve Alice arasındaki ilişkiyi etkiler ve Alice Thornfield da geçen 10 yılın ardından June'un ondan sakladığı sırları öğrenip çiftliği terk eder. 

Dizi sabit bir ana akışa ve tek bir odak noktasına sahip değil. Alice'in babasından şiddet gördüğü ilk bölümler yerini June'un çiftliğinde geçen travması sonrası durulma dönemine, ardından da 10 senelik zaman atlamasıyla çiftlikten kaçıp Avustralya çöllerindeki bir milli parkta çalışmaya başlamasına uzanır. Bu durum diziyi biraz dağınık kılsa da beni rahatsız etmedi, sinema tekniği açısından bir kusurdur belki, ama zaten ihtivası itibariyle dramatik gerçeklik türünde bir dizi olduğu için hikâyenin oradan oraya sürüklenmesi de hayatın spontane akışıyla uyumluydu.

Alice'in Thornfield'dan kaçtıktan sonra rastgele bir tercihle sırf annesinin adını taşıdığı için Agnes adındaki bir kasabaya gitmesi, orada sevimli bir veterinerle flört ederken yeni tanıştığı yaşça kendinden büyük ve tekinsiz bir adama önüne geçemediği bir çekim duyması, flört ettiği çocuğu bırakıp onunla olması ve tanıdıkça tıpkı babası gibi öfke kontrolü olmayan, kırılgan egolu ve paranoyak derecede kıskanç bir adam olduğunun ortaya çıkmasıyla bir anda kendini annesinin babasıyla olan berbat ilişkisinin bir benzerinin içinde çırpınırkan bulması gibi ince detaylarla Alice'in atlattığını sandığı çocukluk travmalarının nasıl yetişkinliğini şekillendirdiğine de tanıklık ederiz. 

Dizi, Alice'in June'a kızıp Thornfield'dan kaçtığı 4. bölümden itibaren, alakasız bir arca girmiş gibi görünse de, aslında çaktırmadan Alice'in çocukken içine düştüğü şiddet döngüsünden kurtulamadığını ve çok sevdiği, hatta içselleştirdiği annesinin kendi yaşlarındayken çizdiği rotaya meyli olduğunu anlatmaya koyulur. Annesinin babası gibi bir adamla kalmaya devam ederek hem kendisine hem de çocuklarına ne kadar zarar verdiğini bilir Alice. Bu algılanması kolay, çok açık bir gerçeklik. Ama travma olgusu bu en kesin gerçeklikleri bile çok karmaşık ve paradoksal hâle getirir. Alice'i annesinin başına gelenleri bildiği halde babasına benzeyen bir adama çeken, düşünme ve hissetme şeklini çarpıtan, fark etmeden devam ettirdiği şiddet döngüsü sebebiyledir. Dizinin de bu yönüyle vurgu yaptığı üzere çocukken yaşanan travmaların kişiyi etkilemeye devam etme şekli çok karmaşık ve tehlikelidir.

Thornfield'da hüküm süren anaerkil sistem esas bu noktadan sonra dizi içindeki ağırlığını bulur. Alice için çocukken sadece renkli ve güvenli bir sığınaktır bu mekan, orayı sever ama aidiyet geliştirmez. Orada kurulan sistemi ve kendisinin de June'un kız torunu ve dolayısıyla vârisi olarak o sistemdeki konumunu tartabilmesi için bir kere daha savrulup tıpkı diğer çiçekler gibi hasarlı bir kadın olarak "koloni"ye geri dönmesi gerekecektir çiftlikteki konumunu sahiplenmesi için. Dizi birkaç yerde odak değiştirip dolambaçlı yollara sapar, ama uğranan sapaklar ve katedilen yol boşa değildir. Bu uzun ve dolambaçlı yol Thornfiel'deki anaerkil komünitenin yeni "kraliçe arı"sının doğumuna gebedir!





Yorum Gönder

0 Yorumlar