İlk aşka, karlı kışa, dumanı üstünde bir fincan kahveye, halk masallarına, köy hayatına, kitaplara ve yalnızlığa dair bir dizi When The Weather is Fine. O yüzden de çok özel, çok ince bir iş. Bende çok derin bir yerlere dokundu.
“Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar; ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.” savından hareketle muhteşem bir hikayeye giriş yapıyor dizi, ilk dakikalarından itibaren. Her günü birbirinin aynı, her karışı bilindik, her insanı tanıdık olan Bookhyun kasabasına soğuk bir kış gününde elinde valiziyle genç bir kadın çıkagelir bir sabah. Şehir hayatının kaotikliği, öngörülemezliği ve acımasız rekabet ortamında daha fazla tutunamayan çellist Mok Hae-Won ruhunda biriken ve artık taşıyamaz olduğu bezginliği kasabadaki teyzesinin yanında kış uykusuna yatarak onarmak için memleketine geri döner. “Bahar gelene kadar” orada dünyadan ve hayattan saklanmaktır niyeti, ama Bookhyun kasabası bu kış ona güvenli bir sığınaktan çok daha fazlası olacak, Hae-Won karlı kışın en sert yerinde ömrünün en sıcak günlerini yaşayacaktır.
Dizi bir roman uyarlaması ve bunun da etkisiyle sanırım, içe dönük bir anlatımı var. Ana karakterlerden yan rollere kadar hemen herkesin kendi içinde hayatla ve kendisiyle verdiği kavgayı az ya da çok yansıtmayı başarıyor bu sayede. Nazarımda özel bir iş olmasının bir sebebi de bu. Olan olaylar başka hikayedir, o olaylardan kimin nasıl etkilendiği başka hikaye. Ve her bir karakterin payına düşeni kendi iç hesaplaşmaları ile tasvir edebilme gayretinde bir dizi olması, odaklandığı oldukça sade olaylardan dahi onlarca farklı hikaye çıkarabilmesini sağlamış.
Kısacası When The Weather is Fine öyle bir dizi ki, içinde ne kadar karakter varsa o kadar da hikaye var. Ve bu çok değerli bir şey.
Hikayenin en içe dönük karakteri ise kitapçı Eun-Seop. Kendi dünyasına ait bir adam Eun-Seop, bir de kitapların dünyasına.. Küçücük bir kasabada kitap evi işletme çılgınlığını gösterebilecek kadar başka bir dünyaya ait bir adam. Her gün itinayla düzenlediği kitaplarını daha ziyade internet üzerinden satabilse de kitap evinin geleni gideni de eksik değil.
Kasabanın elektrikçisi, ev hanımı olan 40’lı yaşlarında bir kadın, iki lise öğrencisi, ana babasının bırakıp gittiği torununa tek başına bakan köyün yaşlı dedesi ve ülkenin en iyi üniversitesini derece ile bitiren ama kendi memleketinde ailesiyle sıradan bir hayat yaşamak istediği için kasabaya gelip memur olan Jang-Woo’nun katılımı ile kurulan kitap kulübü haftanın birkaç gecesi Eun-Seop’un kitap evinde toplanıp belirledikleri temalara uygun masallar, şiirler, hikayeler okuyorlar birbirlerine. Daha sonra Hae-Won’un da katıldığı bu kitap kulübü dizideki en güzel şeylerden biriydi. Farklı yaşlarda, hatta jenerasyonlarda olmalarına rağmen kitaplar sayesinde ortak bir payda bulabilen bu insanlara imrendim durdum. Köy hayatının minimalizmini içine öyküler, kitaplar, şiirler sığdırarak genişleten yaşantılarına imrenmemek imkansız zaten.
Eun-Seop kırık bir kalple yaşayabilmenin en nahif, en şifalı yolunu bulmuş şanslı bir hergele. Ağır geçen çocukluğunun sancılarını kendi içine dönerek ve orada bir başına, huzurlu bir dünya kurarak hafifletmeye çalışıyor. Kitaplar, kahve ve Irene. Eun-Seop’un dünyası bu üçü üzerine kurulu. Tek bir yaprak bile kımıldamayan pürüzsüz dinginliğinin altına süpürdüğü travmaların ceremesini ise yaşadığı kronik uykusuzlukla çekiyor. “Goodnight Kitap Evi”nin sahibi, iyi bir hayat yaşamanın ölçütünün iyi bir uyku uyuyabilmek olduğuna inanan Eun-Seop uyuyamıyor. Ta ki Irene dönene kadar.
İçine kapanık her genç gibi lise aşkını kendi kendine yaşayan, sanırım edebiyata düşkünlüğünün de katkısıyla o aşkı kendi içinde büyütüp erişilmezleştiren Eun-Seop lise aşkı Hae-Won’u hiçbir zaman unutamıyor. Sadece noel zamanlarında birkaç günlüğüne kasabaya dönen Hae-Won’u görebildiği bu kısacık zaman dilimi, içindeki aşkı koca bir ömre yayabilmesine yeter sebep veriyor. Hae-Won bu kez kasabaya şehir hayatına tutunamamamın yenikliği ile döndüğünde ise hikayeleri bambaşka bir yola giriyor. Ve lise hayatları boyunca birbirlerini sayısız kez teğet geçen bu iki gencin kaderi 10 sene sonra bir ıssızlığın ortasında nihayet kesişiyor.
Hae-Won da en az Eun-Seop kadar içe dönük ve yaralı bir kız. Kırık bir kalple bir ömür geçirecek olmak laneti onun da alnına yazılı. Eun-Seop’tan tek farkı Hae-Won henüz kırık bir kalple nasıl yaşanır bilmiyor, bilmediği için de yalpalıyor, ama artık çok iyi bir rehberi var ve öğrenecek. Dizinin özü de tam olarak bu yolculuğa dayanıyor.
Ve bu yolculuktan geçip yükünü kabullenmeyi öğrenmesi gereken sadece Hae-Won da değil. Gelecek vadeden ödüllü bir yazarken bir anda kasabadaki aile evine dönüp kendini dünyaya kapatan teyzesi Shim Myung-Yeo’nun gizemli ve ağır geçmişi de dizinin en incelikli, en derin hikayelerinden biri. Hiç çıkarmadığı güneş gözlükleri ve salaş tarzıyla ikonik de bir karakter olan Myung-Yeo cılız omuzlarıyla dünyalar kadar ağır bir yükü sırtlanmış talihsiz bir kadın. Öyküsü deşildikçe, içimde de bir şeylerin deşildiği, ömrünün sonuna kadar kırık bir kalple yaşayacak olan küskün bir kadın.
Bunu kabullenmek, kendine bir an dönüp baktığında artık asla iyileşmeyecek bir yaran olduğunu görmek, dünyayla hesabının kapandığını hissetmek ve ondan vazgeçmek, kendinden vazgeçmek.. Bu maç buradan döner mi..? Myung-Yeo’nun hikayesi hayata karşı yapılan ve ağır hezimetle sona akan bir maç ve o maç oradan dönecek. Dönmek zorunda! Çünkü bu kırık bir kalple yaşamayı öğrenen insanların hikayesi ♡
Dizide sürekli geçmişe dönüşler var, hem de tüm karakterler için. Ve bu titiz detay seyir zevkimi kat be kat arttırdı izlerken. Kasaba/köy hayatı geçmişle iç içedir her zaman. Yürüdüğün yollar, yanından geçtiğin lise, köşedeki otobüs durağı.. Her şey hem bir rutinin, hem de bir mazinin parçasıdır. Ve ilk aşk, mazinin en tatlı yarası olan ilk aşk, o öyle tatlı bir yaradır ki tadı hâlâ damaktadır, acı bitse bile. Hayat bazen yanından, bazen seni de içine katarak, bazen de senin üstünden geçerek akıp gitmiştir. Ama bir yerlerde hâlâ küçük bir kasaba, eski bir lise ve bir zamanlar o lisede kalbini seve seve kırdırmış bir genç saklıdır. Mazisiyle iç içe akan küçük bir yerde yaşadığında ise o genci hatırlamak için hep bir vesile çıkar karşına.
Farklı jenerasyonlardan her bir karakterin lise geçmişine, ilk aşk hikayesine tatlı flashbacklerle dönüldü durdu dizi boyunca. Her birinin ilk aşk tecrübesi farklı seyretse de ortak yanları hiçbirinin yaşanamamış olmasıydı.
Kısa Kısa…
Büyük olayları değil, içsel hesaplaşmaları odak alan bir dizi olduğu için, bazen bir insanı anlamanın tek yolunun kafasına takılan minicik şeyleri bilebilmekten geçtiğini vurgulayan bir dizi olduğu için When The Weather is Fine; ben de sanırım diziyle ilgili kafama takılan minicik şeylerden bahsedersem daha iyi anlatabilmiş olacağım bu diziyi..
Mesela… Mesela Hae-Won akşam kitap evinden çıkıp kendi evine giden yokuşu yürürken her seferinde onun arkasından gelip adımlarına el feneri ile ışık tutan Eun-Seop’tan bahsettiğimde; hem onun nasıl güzel bir adam olduğunu, hem de güzel sevmenin nasıl olduğunu anlatabilmiş olurum sanırım. Birini sevmek belki bu kadar basit, ama bu kadar derin bir şey işte; karanlık bir yolda ilerlerken adımlarına ışık tutabilmek. Adına sevmek denilen vaziyet bundan ibaret belki de.
Ya da ellerine hint kınası ile yaptığı işlemeleri Eun-Seop’a gösteren ve onun ilgiyle inceleyişini görüp buz gibi bir gecede sıcacık hisseden Hae-Won ne kadar gerçek, ne kadar “her genç kadın gibi” bir karakterdi..
Hae-Won ve Eun-Seop ilişkisi her türlü çatışmadan, iniş çıkıştan, entrika ve kavgadan arınık bir hikayeydi. Hayatın yeterince yorduğu ve hatta nakavt edip bir köşede bıraktığı insanlardı ikisi de. Ve belki de tam bu yüzden birbirlerine hiçbir an, azıcık bile yük olmadılar. Güzel sevmek meziyetine sahip bir kadın ve erkeğin sıcacık aşkıydı hikayelerinin özü ve izlemek çok, çok keyifliydi.
Hwi bücürüne de bir parantez açmasam olmaz. Dizinin en eğlenceli karakteriydi. Eun-Seop’un kız kardeşi ve baş belası olan Hwi’nin her sabah kasabadan ilçeye bisikletiyle yaptığı yolculukları izlemek eşsiz bir keyifti. Özellikle kasvetli ve ağır geçen gece sahneleri ‘muhtemelen bilinçli bir şekilde’ Hwi’nin okula gidiş seremonisinin sabahına bağlanıyordu, genelde. “Kaçın önümden, çekiiliiin, ben geliyoruuum” diyerek kahkahalarla sisli köy yolunu önündeki herkesi korkutup taciz ederek yaran Hwi dizinin en sevdiğim karakterlerinden de biriydi. Hae-Won’un evinin tesisatı bozulup her yeri buz tuttuğunda evde “let it go” şarkısı eşliğinde kendi kendine çektiği klibi izlerken de gözümden yaş gelene kadar güldürdü bacaksız.
Aile, dünyadaki en komplike yapılanmadır. Ve her aile kendi içinde bir kavga, kendi başına bir dünyadır. Babalar ve oğullar, analar ve kızları.. Üstüne ne kadar yazılsa bitmeyecek derin bir yara. When The Weather is Fine bir ailenin kadınlarını, o kadınların birbirine bağlanan alın yazısını da çok ince yerden yakalayan bir diziydi. Bu konuda teferruatlı yazmadım, yazmayacağım da. İzleyenler zaten biliyor neyi kastettiğimi. Diziyi bu yazıdan sonra izlemeye niyet edecek olanlar da izleyip anlamalı. Çok derin yaraydı Hae-Won ve ailesindeki kadınların kördüğüm hikayesi.
Kulağıma küpe yaptığım bir alıntısıyla bitiriyor ve bu sıcacık kış güzellemesini ısrarla tavsiye ediyorum; Bir fincan sıcak çay demlemek için derin uykundan uyan, ki önceki günün tüm kederini eritsin ♡
0 Yorumlar