LOST – Tutunamamak Evrensel Bir Derttir

2021 yapımı bir kdrama olan LOST veya bir diğer adıyla Human Disqualification sinemacı bir yönetmen ve sinemacı bir senaristin imzasını taşıyor. İkisinin de ilk televizyon dizisi ve bu ayrıcalık dizi genelinde de fazlasıyla hissediliyor. Dizi formülasyonundan ziyade sinemaya meyleden bir anlatım ve sinema filmine yakın bir kalite hakim 16 bölümün her birinde. Verdiği sinemasal etki ve kaliteden kaynaklı seyir keyfi de çok yüksek bu sebeple.

Slice of life (yaşamdan kesit) türünün etkisinin yoğun olduğu bir insan draması LOST. Ve hatta söyleyebilirim ki; şimdiye dek izlediğim G. Kore dizileri içinde slice of life türüne ait karakteristik özellikleri en yoğun hissettiğim drama oldu bu. Tıpkı gerçek hayattaki gibi küçücük şeylerin mutlu veya tam tersi küçücük şeylerin mutsuz ettiği; anlık duygu durumu, psikolojisi ve sosyal ilişkileri bu küçücük, dışarıdan fark edilmesi neredeyse imkansız detaylarla değişen insanların birbirinin hayatına olan minik dokunuşları ve o dokunuşların bıraktığı ince ama ruhta bıraktığı izleri çok büyük olan etkilerinin hikâyesi. Hani biri önünü arkasını düşünmeden bir laf eder ve o kişi bunun üstünde hiç durmasa da o laf sizin içinize cök diye oturur kalır ve tüm modunuz düşer ya, işte LOST dışarıdan basit görünen, ama aslında tahrip gücü yüksek sosyal ilişkilerin insan psikolojisine etkisini vurgulayan, kendi deneyimlerinizden bir şeyler (çok şeyler) bulmamanızın imkansız olduğu bir dizi.

İki ana karakter de biraz roman kahramanlarına benziyor nitekim. Dışarıda akan dünyadan kopuk ve kendi içlerine dönükler. Ama onlara geçmeden dizinin konusundan bahsetmeliyim. 40’lı yaşlarının başındaki eski bir yayın evi editörü olan Bu-Jeong ile 20’li yaşlarının sonundaki eski bir host (orta yaşlardaki zengin kadınlarla ücret karşılığı vakit geçiren genç erkekler kabaca ve kibarca) olan Gang-Jae’nin normal koşullarda kesişmesi imkansız yollarının, anormal koşulların vuku bulması ile kesişmesini konu alıyor.

Sıra dışı ve riskli bir anlatımla açılıyor dizi; izleyicinin kafasında iki ana karakter adına bir profil şekillenmesini sağlayacak kilit sahnelere başvurmadan, mevcut koşulları ile tanışıyoruz. Hayatlarını, mesleklerini, kişiliklerini ve en önemlisi hikâyelerini çözümleyemeden dizinin içine dalıyoruz göbekten. Bu belki sabırsız ve türe mesafeli izleyicileri kaçıracak bir teknik, ama hikâyesinin alıcısı olan izleyicinin sabrına güvenen ve direkt o kitleyi hedefleyen bir senarist için çok da büyük lüks değil.

Nitekim ben de ilk bölümleri fazla örtülü, karakterlerin hikâyelerini ve bağlantılarını fazla kopuk, dizinin atmosferini de gereğinden fazla kasvetli buldum. Bir gittim geldim kendi içimde. Ama iyi ki de bırakmamışım. Hem hikâye, hem karakterler arası bağlantılar, hem de dizinin kasveti yavaş yavaş açılıyor ve her geçen bölümle beraber izlemek daha rahat ve keyifli hâle geliyor çünkü.


Dizi ünlü bir oyuncunun lüks dairesinde temizlikçilik yapan Bu-Jeong’un günlük rutini ve işlerini yaparken, trafikte giderken, yolda yürürken, eve girerken bile kafasının içinde konuştuğu ve kim olduğunu daha sonra öğreneceğimiz birine hitap ettiği monoloğu ile açılıyor. Bir zamanlar yazar ve editör olduğunu öğrendiğimiz Bu-Jeong’un neden temizlikçilik yaptığını, kafasının içinde kiminle konuştuğunu ve sözlerinin ne manâya geldiğini anlamak için izlemeye devam etmemiz gerek.

Hiçbir konu hemen açılmıyor bu dizide, bir şeyleri anlamlandırmak için beklemek gerek. Bu anlatım başta beni biraz darlasa da bölümler ilerledikçe hoşuma dahi gitmeye başladı. Çünkü başta “ne, neden, niye, ne alakası var” diyerek soru işareti koyduğum hiçbir konu unutulup havada kalmadı. Hepsi, her şey, tek tek titizlikle birbirine bağlandı yeri zamanı geldikçe.


İşteyken, sokakta yürürken, eve dönerken, arkadaşları ile eğlenirken sürekli kafasının içinde biriyle konuşup duran bir diğer karakter ise Gang-Jae. Dışarıdan çok farklı hatta taban tabana zıt görünseler de aslında Gang-Jae de tıpkı Bu-Jeong gibi başka insanlardan çok içeriye, içindeki dipsiz kuyulara konuşan bir adam. Sırayla her bölüm Bu-Jeong veya Gang-Jae’nin monologları ile açılıyor bölümler ve birçok sahnenin arka fonunda yine bu monologları dinliyoruz. Kendi içlerindeki çözülememiş düğümleri, yalnızlığı, hayatı, ölümü ve babaları, en çok da babalarını anlattıkları bu monologları LOST’u bir kurgu dizi olmaktan az öteye götürüp bir çeşit hayat rehberine dönüştüren incelikler aynı zamanda.

Herkesin kendine anlatması gereken şeyler birikir içinde, bunu biliyorum, başkalarına anlatılmayacak şeyler, bir kuyuya bağırır gibi kendi içimize dökmemiz, belki yazmamız gereken şeyler birikir. Bu-Jeong ağır bir depresyon geçiren, daha girift bir karakter ve onun monologları rahatlamaya dönük bir dertleşmeden ziyade, yutkunduklarını kusma çabası.

Gang-Jae ise dizinin nispeten ışığa dönük yüzü ve monologlarının muhatabı da hep canı babası. “Canım babacığım” diyerek başladığı konuşmalarının her biri ince bir hüzünle karışık olsa da dizinin soğuk atmosferine inat sıcak, sımsıcak iç dökmeler. Ölmüş birine söyleyecek ne biriktirir insan içinde? Edilememiş vedalar, layığınca ifade edilememiş bir sevgi, o öldükten sonra akan hayat, nasıl bir insana dönüştüğün, neler yaptığın, neler yapamadığın.. Gang-Jae’nin canı babasıyla olan hasbıhâli sayesinde bu çok değerli satır başlıklarının hepsini dinliyoruz dizi boyunca.

Bu-Jeong hikâyenin biraz daha gölgede kalan yüzü; daha soğuk, daha girift bir karakter. Ama hep öyle kalmıyor, sebat eden izleyiciler kocaman gülümsemesini finalden evvel görebilecekler. Gang-Jae’nin aksine hayatta olan babası Chang-Suk ile olan ilişkisi ise dizinin en özel, en eşsiz kısmı hiç şüphesiz. Ağır bir depresyonu, travmatik bir iş hayatı geçmişi ve manâsını yitirmiş bir evliliği olsa da Bu-Jeong çok şanslı bir kadın; dünyanın en iyi babasına sahip çünkü. Chang-Suk’un tepeden tırnağa saffetten müteşekkil ruhu ve kızına olan sonsuz, sınırsız, katıksız sevgisini gözlerim dolarak izledim dizi boyunca. Nasıl anlatmalı? İzlemek gerek, çok özel bir hikâyeydi bu adamın kızına olan düşkünlüğü ve yoz bir dünyada tek leke almadan ihtiyarlayan tertemiz karakteri. Çok özeldi.


Bu-Jeong’un karakter gelişimi de monologlarının muhatabının hayatını alt üst eden insandan çıkıp babasına dönmesiyle başlıyor nitekim. Babası hakkında kurduğu şu cümleler ise Chang-Suk karakteri için yapılabilecek en zarif yorum, ben kızı kadar bilemem neticede, o anlatsın bir şiir kitabı olan babasını.

“Babam.. Onun kalbinde her şey var. Hukuk, felsefe, edebiyat.. hepsi onun kalbindedir. Kimse öğretmedi, kimseden öğrenmedi. Zamanla biriktiler. Benim babam bir şiir kitabıdır. babamın kalbinde konuşulan kelimelerden daha çok düşünce vardır. Sayısız düşüncelerle kafasını yorar, sonra birkaç tanesini seçip kelimelere döker.”

Muğlak şeylerden yeterince bahsedip kafa yaktım sanırım, biraz da dizinin somut konularına geçebilirim artık. Dizinin aksiyon unsuru Bu-Jeong ve Gang-Jae arasındaki yasak duygular esasında. Yasak ilişki diyemiyorum, bir ilişkileri yok çünkü dizi boyunca, ama tesadüflerle başlayıp yavaş yavaş birbirinin varlığına duyulan bir ihtiyaca evrilen bir bağ var aralarında. Dizinin slice of life türünde olması, yazarı ve yönetmeninin de sinema disiplininden gelmesi sayesinde bu belirsiz, detaylarda saklı, karmaşık ilişki çok başarılı tasvir edilebilmiş.

Yazışmalarında annesi, arkadaşları ve müşterilerine hep koca koca gülücük emojileri atan Gang-Jae’nin sadece Bu-Jeong ile yazışırken hiç emoji kullanmaması… Diğer tüm bölümler ya Bu-Jeong ya da Gang-Jae’nin monologları ile açılırken yalnızca beraber vakit geçirdikleri bölümde hiç monolog olmaması, yani iki karakterin de yalnızca birbirleri ile beraberken kafalarının içindeki sesin susması… gibi zarif detaylarla altı çizilen incelikte bir bağ var aralarında.

Bu bağ bir noktada cinsel gerileme de dönüşüyor. Sırf adı aldatma olmasın (ki biriyle beraberken başka bir insanı düşünmek, istemek de aldatmadır zaten) böyle muğlak bir şey olarak kalsın, ne şimdi bunlar, aşık mı, arkadaş mı, iki yabancı mı, ne hissediyorlar birbirlerine diye kendi kafamızda kuralım, sanat filmi gibi her şey havada kalsın gıcıklığına başvurmamalarını da sevdim bu arada. Filmin türü ve tarzı tam izleyiciye bu kazığı atmaya müsaitti çünkü.


Bir çeşit yin-yang tasviriydi Bu-Jeong ve Gang-Jae’nin bir araya gelişi. Son sahnelerinde Bu-Jeong’u siyah, Gang-Jae’yi ise beyaz giydirerek de bu belli belirsiz yin-yang atfına en somut selamı çaktılar. Son derece tuhaf koşullar altında tanışsa ve görüşmeye devam etseler de beraber hiç kimseyle olamadıkları kadar canlı, dışa dönük ve iletişime açık olmalarını sağlayan özel bir frekans vardı aralarında.

Eski bir anıyı takip ederken yaptıkları küçük seyahat, muhtemelen başka hiçbir dizide göremeyeceğimiz türden bir işleyişti. Gang-Jae’nin tesadüfen bulundukları bir istasyonun çocukken babasının ölümünden sonra annesi ile geldiği yer olduğunu hatırlaması ve o günü anlatarak Bu-Jeong’la dağa çıkmaları, yaptıkları alelade sohbet, yan yana sessizce yürüyüşleri.. Ne geçmişteki gelişinde, ne Bu-Jeong’la olanında hiçbir beklenmedik aksiyon olmadan sadece eski güzel bir anıyı başka bir insanla paylaşmak ve yeniden yaşamaktan ibaret dingin bir bölüm. Başka hiçbir dizinin koca bir bölümü adamaya değer görmeyeceği kadar durağan olaylar belki de, ama izlerken verdiği his çok özel.

Gang-Jae’in Bu-Jeong’a olan hislerini ifade ediş şekli de öyle. “Birine kalbinde bir yer açmak, o yeri genişletmek ve bir gün tamamen o insanla doldurmak.”  Bir takım beklenmedik eylemlerle, olaylarla, aksiyonlarla değil, tamamen hayatın kendi akışı sebebiyle değişen, dönüşen insanları ve ilişkileri konu ediyordu LOST.


Dizinin üçüncü ana karakteri de Bu-Jeong’un kocası Jung-Soo. Büyük bir alışveriş merkezinde idareci olarak çalışan Jung-Soo başta sadece karısını ihmal eden ve karısının geçirdiği ağır depresyonun farkında olmayan sığ bir adam olarak gösterilse de giderek inanılmaz derinleşti ve ilginçleşti. O da, çaçaron annesi de, aldatmaya meyilli, gösterişli eski sevgilisi de. Üçü de çok sürprizli karakterlerdi. Bu diziyi mutlaka sebat edip bitirin tavsiyemi buraya bir iliştireceğim o yüzden. Bazı karakterlerin giderek öyle farklı yönlerini göreceksiniz ki ilerleyen bölümlerde tatlı, buruk bir tebessüm olacak hepsi dudağınızda. Sonra düşüneceksiniz benim gibi muhtemelen; “belki hayatta da böyle.. Etrafımdaki insanlara tam tanımadan, hikâyelerini bilmeden etiketler yapıştırıyorum, ama o insanlar bu etiketlerden çok daha fazlası belki de..”

Bir diğer bahse değer husus ise her ne kadar iki ana karakter etrafında gelişen, hatta onların monologları ile ilerleyen bir hikâye olsa da, asla seyirciyi bu iki karakterin bakış açısına zorlamıyor senarist. Hikâyenin diğer cepheleri, her bir karakterin kendi perspektifinden öyle anlamlı ve kilit sahnelerle işlenmiş ki kime hak verip, kime vermeyeceğiniz, hangi karaktere ne mesafede duracağınız tamamen sizin inisiyatifinizde.

Dizinin en gri tonunda duran ve Bu-Jeong’un yazdığı kitabı kendi adıyla bastırıp, sonra da dövüp bebeğini düşürmesine sebep olan Ah-Ran bile kendi perspektifinden sunulan bir karakter. Ünlü bir oyuncu olsa ve ideal bir evlilik ambalajında yaşasa da sürekli kocasından şiddet gören, sırf eve gitmemek için bir klüpteki vip odasında uyuyan, ameliyat olduğu gün hastane odasında bile kocasından dayak yiyen bir kadın. Yaptıklarına mazeret üretmeyen, ama onu o şeyleri yapabilecek kadar katı bir insana neyin dönüştürdüğünü anlatmaya da üşenmeyen bir senaryo LOST'unki. İzlenmeye değer yani, biraz kasvetli de olsa, biraz gizemini vermeye nazlanan bir anlatımı da olsa, hatta durağan da olsa yer yer, izlenmeye kesinlikle değer.


Kendi perspektifimden bahsedeyim mesela. Benim en sevdiğim karakter Gang-Jae oldu, sevmekten de ziyade kendime çok benzettim aslında. Tuhaf işler yapmayı bırakıp üniversite okuması ve daha "normal" bir işe girmesi gerektiğini, bunun için yaşının geç olmadığını anlatan Bu-Jeong’a söylediği şu sözlerde tastamam kendimi gördüm.

“Kaybetmek istemiyorum. Yabancılarla rekabete girmek istemiyorum. Kavga etmek istemiyorum. Kaybedeceğimi biliyorum. Korkağım ben, hayatımı böyle harcıyorum.” Dizide minicik hikâyeler de dahil o kadar çok böyle karakter var ki; tutunamayan. Adamına göre muamele etmen gereken, yeri geldiğinde acımasız, yeri geldiğinde sinik, yeri geldiğinde sinsi olman, ezilmemek için ezmen, geride kalmamak için kıvrak manevralar yapman, dışlanmamak için her ortama uyum sağlaman ve her ortama uyabilmek için de rol yapman, olmadığın biri gibi davranman gereken bu dünyaya tutunamayan. Dünyanın acımasız çarklarından kaçıp kendi minik dünyasına sığınan, orada nefes almaya çalışan ne çok insan var kim bilir. LOST işte bu insanların hikâyesi..

Yorum Gönder

0 Yorumlar