Jax Teller yazısı ile başladığım karakter incelemeleri serisine hız kesmeden devam ediyorum. Bu incelemenin konusu ise kült dizi The Mentalist‘in ana ve de anti kahramanı, nam-ı diğer dünyanın en güzel gülen adamı; Patrick Jane.
The Mentalist polisiye-gizem türünde bir iş olsa da, aslında özünde bir karakter hikâyesi. Bu ifadeyi yabana atmayın, kolay iş değil 7 sezon boyunca tek bir karaktere odaklanmak ve onun hayatın elinde yoğrula yoğrula geçirdiği dönüşümü tutarlı ve istikrarlı bir şekilde anlatmak, bunu da eline yüzüne bulaştırmadan sabit bir iskelete yedirerek yapabilmek. The Mentalist bunu alnının akıyla başarmış bir dizi.
Bu yazı hem The Mentalist ve Patrick Jane hakkında hiçbir şey bilmeyenleri, hem de sıkı Patrick Jane hayranlarını doyursun istiyorum. O yüzden yüzeyden başlayıp derine doğru ineceğiz..
Mentalist kelime anlamı olarak, dizide kullanılan tanımı ile; zihinsel zekâsını kullanıp, hipnoz ve telkin uygulayan kimse, düşünce ve davranışları yönlendirme uzmanı demek.
Mükemmel Tasarlanmış Bir Anti Kahraman
Patrick Jane'in olduğu şey de tam olarak bu işte, bir zihinbaz. İnsanları jest ve mimiklerinden satır satır okuyabilmek ve saniyeler içinde manipüle ve hipnotize edebilmek lütfu bahşedilen Jane bu paha biçilemez yeteneğine paha biçmek gafletine düşüp hayatının ilk yarısında medyumluk yapıp insanları istismar ederek köşeyi dönüyor.
Çocukluğu çalıştığı sirkte sefalet içinde geçen, hayatı boyunca hiç okula gidemeyen Jane insanları kandırmanın vicdan azabını karısı ve kızına refah içinde bir hayat sunabiliyor olmanın rahatlığı ile bastırıp medyumluk kariyerinde hızla yükseliyor. Televizyonda yayınlanan bir gündüz kuşağı programında, katılan konukları kâh analiz edip, kâh güya ölmüş yakınlarının ruhu ile irtibat kurarak popüler bir medyuma dönüşüyor giderek. Ta ki bir gün programda bir türlü yakalanamayan Red John lakaplı gizemli seri katili analiz etmesi istenene kadar.
Jane tüm kibiri ve küstahlığı ile Red John hakkında muhtemel kötü geçmiş travmatik çocukluğu, kişisel zayıflığını bastırmak için toplumsal bir korku estirmesi, acizliği ve aslında bir korkak olduğu içerikli aşağılayıcı bir konuşma yapıyor. Ve akşam eve döndüğünde karısı ve kızının yattığı odanın kapısında asılı bir notla karşılaşıyor. Red John imzası taşıyan ve "Sevgili Bay Jane" diye başlayan notta "Gerçekten görünmeyeni gören bir medyumsanız biricik karınıza ve kızınıza ne yaptığımı görmek için kapıyı açmanıza gerek yok demektir" yazıyor ve içeride de Jane'in karısı ve kızının kanlar içindeki cesetleri bulunuyor.
Jane o gün kafayı tamamen kırıyor. Hafızam beni yanıltmıyorsa tam 2 sene akıl hastanesinde tedavi görüyor. Çıktığında ise aklında fikrinde tek bir düşünce var; Red John'u bulup öldürmek! Bunun için de gidebileceği tek kişi Red John dosyası ile ilgilenen Kalifornia Araştırma Bürosu CBI'in başındaki polis amiri Teresa Lisbon. Lisbon kuralcı, disiplinli, sert bir kadın. Ve Jane'den de, Jane'in sahtekarlıklarından da hiç haz etmiyor. Ama Jane'in insan analizi ve manipülasyon yeteneğinin dava çözmelerinde inanılmaz sonuçlar doğurduğunu görünce ve üstlerinden de bu konuda baskı yiyince Jane'i ekibe "danışman" olarak almaya razı oluyor. Ve 7 sezonluk pek keyifli The Mentalist macerası da böylece başlıyor.
Patrick Jane'in de dahil olması ile tamam olan renkli CBI ekibimiz her bölümde bir başka cinayeti çözmeye çalışsa da, dizinin sezonlara yayılan ana hikâyesi Red John ve Jane arasındaki husumet. Red John, düğümün çözüldüğü 6. sezona kadar gizemini hep koruyor. Gerçek kimliğini, yüzünü, adını, hiçbir şeyi bilmiyoruz. Sadece her sezon birkaç bölümde ve tabii özellikle sezon finallerinde yine bir cinayet işleyip "gülen yüzünü" ortaya çıkarıyor o kadar. Jane adını, yüzünü, yerini bilmediği, bir hayaletten farkı olmayan hasmını bitmek ve hatta azalmak bilmeyen bir inatla yıllarca kovalıyor.
Normal şartlarda kazanması mümkün dahi olmayan bu intikam oyununu da hem laneti, hem lütfu olan müthiş dehası sayesinde 6. sezonda kazanıyor. 7. sezon ise Jane’in bir saplantı hâline getirdiği Red John'dan intikamını aldıktan sonra hayatını sil baştan nasıl inşa ettiğini ve kronikleşen bir travmanın üstesinden nasıl geldiğini anlatan, aslında uzun bir final bölümü niteliği taşıyor.
Red John'un 'Gülen Yüzü'
Red John kendine has saçma sapan ritüelleri olan ve işlediği her cinayette bu ritüelleri tekrarlayan bir seri katil. En karakteristik özelliği ise cinayet işlediği mekana kurbanın kanıyla çizdiği "gülen surat". Bu simgeyi gördüğümüz anda hem biz izleyiciler, hem CBI ekibi ve özellikle de Jane Red John’un geri döndüğünü anlayıp bir coşuyoruz. Coşmakta da haklıyız zirâ The Mentalist bütünüyle çok kaliteli bir dizi olsa da inkar edilemez bir gerçek var ki en sağlam bölümleri Red John'un olduğu bölümler.
RJ'in kim olduğu 6 sezon boyunca gizemini koruyan, hâliyle de çok kafa yakan bir mevzu. Aslında Patrick Jane'in bir şizofren, Red John'un da Jane'in karanlık kimliği olduğu ve karısıyla kızını da kendisinin öldürdüğünden tutun da dizideki ana casttan konuk oyunculara da kadar herkes 6 sezon boyunca bir şekilde şüphelerin odağına yerleşti.
Arkasında hiçbir iz bırakmasa ve Jane'in onu bulması imkansıza yakın görünse de küçücük bir ipucu, Red John'u tanıyan birinin Jane'e "daha önce onunla el sıkışmıştın" demesi yeterli geldi. Patrick Jane'imiz canımız ciğerimiz, tatlı serserimiz öyle bir dehaya ve hafızaya sahip ki daha önce el sıkıştığı ve RJ'in cinayet işlediği zamanlarda nerede olduğunu bilmediği insanlardan Çin seddi uzunluğunda bir liste yaptı ve o listeyi eleye eleye adamına ulaştı evet. Böyle anlatınca "yok devenin…" dedirtiyor farkındayım, ama Jane'i, beyninde yıllarca uğraşarak inşa ettiği "zihin sarayını" ve ne kadar sebatkâr bir adam olduğunu anladığınızda hiç de absürt gelmeyecek inanın.
"Hayatla Başa Çıkabilmek için Biraz Baş Belası Olmak Gerek"
Lafı yeterince dolandırdığıma göre gelelim asıl meselemize. Patrick Jane!
Jane her şeyiyle, tepeden tırnağa her ayrıntısıyla mükemmel tasarlanmış bir anti kahraman. Överken bonkör davranmam abartılı gelebilir belki Jane'i tanımayanlara, lakin diziyi izlemiş olanlar abartmadığımı, sadece hakkını teslim ettiğimi elbette ki bilirler. Bir kurgu karakter inşa etmekle ilgili çalışmaları olan senarist ve senarist adaylarının sırf ve sadece bu konuda ilham ve fikir sahibi olmak için dahi, ders niteliğinde oturup izlemesi, tahlil etmesi gereken bir karakter Patrick Jane. Hâlâ övmüyorum, sadece hakkını teslim ediyorum.
İnsanları okumak.. Sadece bir süre dikkatlice izleyip zaaflarını, en kirli sırlarını, sakladıkları en karanlık taraflarını, yalanlarını, gösterdikleri ve gizledikleri yönleriyle gerçek karakterlerini tıpkı açık bir kitap gibi rahatlıkla okuyabilmek. Adamımızın laneti ve lütfu olan yeteneği bu. Bir sirkte büyüyen Jane bu yeteneği ve dehasını manipülasyon, hipnotize ve sahtekarlıkta uzmanlaşarak taçlandırıyor!
Karşısındaki insanlar Jane için okunmayı bekleyen açık birer kitap, bazıları sıkıcı, bazıları ilginç, ayırt edici özellikleri bu. Onlar açık birer kitap, ama Jane kapalı bir kutu. Yüzündeki eşsiz gülümseme gözlerindeki dipsiz karanlıkla bir bütün hep. Yüzündeki gülümseme mi, gözlerindeki karanlık mı daha güçlü? Emin olmak mümkün değil. İçindeki karanlığı dizginleyebilen bir adam Jane, onu kötü bir adam olmaktan alıkoyan da bu otokontrolü çoğu zaman. Karanlığını dizginlemeye ihtiyaç duymadığı tek konu ise Red John.
Bir bölümde öldürülen babasının intikamını almak isteyen bir gence "intikam istiyorsan içini soğutman gerek, buz gibi bir adam olmalısın, sahtekâr, şerefsiz bir adam. İntikam almak istiyorsan gerçekten, kalbinden geçenleri kimse bilmemeli" diyebilecek kadar intikamın asla bir erdem olamayacağını kabul etmiş ve bu ön kabulle intikama niyet etmiş bir adam. O yüzden de net şekilde bir anti kahraman Jane. İntikam motivasyonu son derece güçlü ve geçerli olsa da Jane'i olumlamaya, haklı göstermeye çabalamıyor dizi. Jane RJ'i öldürmeden huzur bulamayacak bir adam, bu intikamı hiçbir şey için değilse dahi geceleri uyuyabilmek için almak zorunda. Bu kadar!
Kronik bir depresyonu yaşıyor Jane, RJ'i bulup intikamını alana dek. Yani 5 sezon, dizide akan zaman ile ise 10 sene boyunca. Hep aynı takımı giyiyor, polis karakolundaki kanepede uyuyor ve kafayı yememek için de CBI ekibinin cinayet dosyalarına yardım ediyor, daha doğrusu çoğu zaman direkt o çözüyor. Bunu bir erdem olarak, para kazanmak, ya da katilleri bulup adalete yardım etmek için değil, sadece zihnini meşgul edip kafayı yemesine engel olacak bir meşgale olarak gördüğü için yapıyor. O yüzden en çok rahatsız olduğu şey bir davayı çözüp katili yakaladıklarında kurbanın yakınlarının gelip teşekkür etmeye kalkması. Bundan nefret ediyor ve çoğunlukla o aşamada ortamdan sıvışıyor.
Yaramaz bir çocuk gibi haşarılıklar yapan, eşsiz gülümsemesi ile ona kızılmasını ise imkansız kılan, bilge ama küstah, cüretkar ama tırsak, Red John söz konusu olduğunda ise buz gibi karanlık bir adam olan Jane'in çok katmanlı ruh hâlinin en derininde ise kaskatı kesilmiş bitimsiz bir matem var.
Ölen karısı ve kızı için gözleri her dolduğunda sizin de boğazınızı yakıyor. Suratında daima asılı duran gülümsemenin sadece bir maske olduğunu anladığınızda tüm gıcıklığına rağmen Jane'i alıp bağrınıza basıyorsunuz. O bunu hiç istemese de, anlaşılmak, hoş görülmek, sevilmek gibi bir tasası asla olmasa da, sevgi gösterilerinden nefret etse de. Arsız arsız yine de bir çocuğu sever gibi seviyorsunuz bu kazık kadar adamı. Sanırım karakterizasyon olarak çok benzeştiği Sherlock'tan ayrılan en önemli özelliği de bu; Jane Sherlock'un aksine tam bir şirinlik muskası, yanağını mıncıra mıncıra sevilesi bir kedi.
Jane her şeyiyle nevi şahsına münhasır bir karakter ve buna sadece karakter özellikleri değil giyim kuşamı, yedikleri içtikleri, alışkanlıkları ve hatta çorapları da dahil.
Cinayet mahali olan bir mekana ya da sevdikleri biri öldürülmüş acısı çok taze bir ailenin evine ifade almak için gittiklerinde Jane'in yaptığı ilk şey mutfağa gidip kendine çay koymaktır mesela. Buzdolabında da bir şeyler bulup kendine sandviç yapabilirse bir de şahane, bir elinde çayı diğer elinde sandviçi ile Jane artık cinayeti çözmeye hazır.
Üstünde paralanan yelekli takım elbisesi ve yıllardır belli aralıklarla aynı ayakkabıcıya götürüp tamir ettire ettire giymeye devam ettiği ve mavi takım elbisesi ile tam bir uyum içinde olan! kahverengi deri ayakkabıları da Jane'in olmazsa olmazlarından. Ve ayağında da Lisbon’un aldığı el işi yün çorapları ile tamam olan şahane kombini ile Jane altı sezon boyunca, yani intikamını alıp matemi bitene kadar, dizide arz-ı endam ediyor. Şahsiyetine son ve en şık dokunuşu yapan Citroen ds model antika, tuhaf arabasını da es geçmek olmaz, o da iki gözümüzün çiçeği.
Çaya aşık bir adamın müstesna bir fincanı da muhakkak vardır elbette. Bu fincan kırıldıktan ve Jane alıp başını Venezuella'ya kaçtıktan yıllar sonra Lisbon'un doğum gününde Jane'e fincanı yapıştırıp hediye etmesi çok ince bir jestti. Her bir haltı bilen Jane Lisbon'un ona ne hediye aldığını bir türlü bilememişti. Nereden bilsin tabii, kendi Venezuella'larda fındıkları kırarken Lisbon'un yıllarca kırık bir fincanı sakladığını. Ah erkekler ah!
Ve madem gözdelerinden bahsediyoruz, Jane'in "tacını kaybetmiş küçük kızgın prensesi" Lisbon'u anmamak olmaz. Birbirlerinden önce hiç hoşlanmayan, sonra arkadaş, ardından dost, en nihayetinde de aşık olan ve yin yang gibi birbirini tamamlayan Jane ve Lisbon ilişkisi de, son sezonda gelen Jane'in ikonik aşk itirafı sahnesi de çok özel, çok güzeldi ❤
︎Bitirirken elzem bir not düşeyim; Patrick Jane'in de dizi boyunca defaatle vurguladığı üzere "Medyum diye bir şey yoktur" :)
0 Yorumlar