American Primeval - "Her Şeyden Aşağıda, Ama Kayadan Bile Kuvvetli"

Yekten giriyorum; netflix'de izlediğim en düzgün işlerden biri oldu American Primeval. Belli bazı elementleri türü ve konusu ne olursa her işine boca eden, bu yüzden de tek tipleşen, mevcut tarzıyla ortaya çıkan işlerini de sevmediğim bir platformdan tamamen hikâye odaklı, özgün ve şahsiyetli bir iş izlemek nasip oldu ne hikmetse. En son söyleyeceğimi de en başta söyleyeyim yine; tek bariz kusuru kısalığıydı, 6 bölüme sıkıştırılamayacak kadar altı dolu bir hikâyeydi. Ama maalesef süresi kısa tutulduğu için tam olgunlaşamamış dizi, bazı noktalarda ve özellikle ilişkilerde. 

Her sezonu minimum 12-13 bölüm süren 7-8 sezonluk eski dizileri özlediğimi de American Primeval kısalığı ile kursağımda kalınca fark ettim. Sezonlara yayılan karakter gelişimlerinin, yavaş yavaş olgunlaşan hikâyelerin yeri de, tadı da bir başkaydı. American Primeval da en az birkaç sezon izlemek isteyeceğim bir atmosfere ve ana karaktere sahipti. Dizi çok sıkı bir ana karakteri kaybetmek için çok erken, sevmek içinse çok geç bir yerde böğrümüze kazıdı. 


1857 yılında, Utah bölgesinde, yaklaşık bir hafta on günlük çok kısa bir süre zarfında cereyan eden olayları konu alıyor dizi. Uzun zamandır kaynayan ve artık fokurdamaya başlayan bir kazanı andıran bölgede gerilim son raddesindeyken Utah'tan ayrılıp Crook Springs kasabasına geçmeye çalışan bir anne oğulun peşine takılıyoruz ve macera başlıyor.

Bölgenin yerlisi olan Şoşoniler, sonradan gelip yerleşmiş olan öncü Amerikalılar, yerleşmek ve yayılmak için Utah'ı gözüne kestirmiş olan mormonlar ve bölgedeki otoritesini korumaya çalışan Amerikan hükümetine ait askeri birlik arasındaki toprak ve güç savaşı var hikâyenin merkezinde. Kurgu ile tarihi harmanlayan dizi, ilk bölümde yer verdiği ve gerçekten yaşanmış bir olay olan mountain meadows katliamıyla çok sert bir açılış yapıp bodoslama dalıyor mevzuya. Tarihe şekil veren büyük olayların gölgesinde ölüm kalım mücadelesi veren küçük insanların hikâyesi bu yönüyle de. 


Bir adamı öldüren ve başına büyük bir para ödülü konulan Sara ve oğlu Devin, Crook Springs'e kaçmaya çalışmaktadır. Yarı yolda rehberleri öldürülünce Fort Bridger denilen bir durak noktasında kalakalırlar. Gidecekleri güzergah irili ufaklı birçok tehlikeli yerel çetenin ve karla kaplı dağların içinden geçmeleri gereken çok çetin bir yoldur. Onlara bu yolda eşlik edebilecek donanıma sahip tek adam ise Isaac Reed adında aksi bir adamdır ve asla bu teklife yanaşmaz. Çaresiz kalan Sara yollarının ayrılacağı yere kadar beraber gitmekte anlaşıp bir mormon kervanının peşine takılır. O kervan henüz bilmeseler de tarihe mountain meadows katliamı olarak geçecek olan büyük bir felakete yürümektir. Bölgede hakimiyet kurmaya çalışan mormon milisleri maskeler takıp kızılderililer yapmış süsü vererek içlerinde mormonların da bulunduğu 120'yi aşkın sivili katleder, Sara ve oğlu bu katliamdan peşlerine takılan Isaac'in yetişmesi sayesinde sağ kurtulur. Isaac, Sara, oğlu Devin ve yanlarına düşen kızılderili bir kız çocuğu olan Two Moons'tan oluşan grupları Crook Springs'e doğru yola düşer. Böylece peşlerinden gelen ödül avcıları, önlerinde uzanan karlı dağlar ve daha birçok tehlikeyle sınanacakları bir yol hikâyesi başlamış olur. 

Dizinin çok cepheli bir anlatımı var. Birkaç farklı cepheye ayrılan hikâye hepsini hem ayrı ayrı, hem birbirine ulayarak şahane taşımış finale kadar. Katliamdan sağ kurtulan ve bunu mormonların yaptığını anlayan ve kendisi de bir mormon olan Abish, Abish'i kaçıran Kızıl Tüy ve kabilesi, onu arayan kocası ve katliamı bilen tek tanığı ortadan kaldırmaya çalışan mormonlar arasındaki gerilimle diziye Sara ve Isaac'in yol hikâyesinden ayrı bir cephe daha açılmış. Hem de en az onun kadar nefes kesici bir cephe.


Dizinin neşteri en derine vurduğu yerde ise yardımcı karakterlerden biri var; Amerikan ordusunun bölgeye gönderdiği yüzbaşı Edmund Dellinger. Başta sadece bölgedeki güç dengelerinde ona düşen misyonu yerine getirmeye çalışan tek boyutlu bir karakter olarak karşımıza çıkan Edmund üçüncü bölümden itibaren, geceleri çadırında günlüğüne yazdığı satırlarla, korumaya çalıştığı insani denge ve yürüdüğü sonla bambaşka bir derinliğe taşınıyor giderek. Çizginin geçildiği, insan olmanın getirdiği tüm ahlâkî ve vicdanî sorumluluklardan azade, dipsiz bir çukurda verilen kanlı bir savaşın göbeğinde Edmund'un anlam ve umut arayışını döktüğü satırlardan çok etkilendim ve bu yazıya da eklemek istedim;

"Vakit geçirip burayı anlamaya çalıştıkça içinde daha da kayboluyorum. Herhangi bir mânâ arayışından giderek uzaklaşıyorum. Huzur ve masumiyet, nefret ve korkuya yenik düşüyor. Barışsa artık yok olmaya yüz tutmuş. Burada huzur elde edilmesi güç bir lüks. Bu topraklarda merhamet nedir bilen yok. Şefkat körelmiş. Taşlaşmış o şefkatli kalpler korkarım artık tuzla buz olmuş, hatta korkarım ki yok olmaya yüz tutmuş. Sevgisizlikten doğan bu derin keder beni güçten düşürdü diyebilirim. Daimi sevgi yoksunluğunun verdiği acının ağır yükü altından ezilmiş, bitap düşmüş vaziyetteyim. Bu topraklarda incelik bilen kalmamış. Çok az kişi bu lütuftan nasibini almış. Burada her şey acımasız, sadece zulüm var.

Anladım ki bu topraklar bizim gibi medeni insanların karşı koyamayacağı kadar büyük güçlerin tasarrufunda. Bu topraklar içimize işliyor, iliklerimize sızıyor, kanımıza karışıyor ve hatta daha derine inerek ruhumuzu ele geçiriyor. Bu topraklar hepimizin içinde hayat buluyor, güçle canlanıyor, şiddetle canlanıyor, safî ruhla canlanıyor. Kelimeleri kifayetsiz bırakan daha başka onlarca coşkuyla canlanıyor. Bu kudret karşısında fevkalâde bir tevazudan başka bir şey hissetmek güç. 

Dün gün doğumunda bir boz ayının Cane Nehri'nden yüzerek geçişini izledim. Güneşin kürkünü altın rengine boyayıp başının etrafından bir hâle oluşturduğuna şahit oldum. Bu muazzam varlığın gücü ve zarafeti karşısında hem aciz kaldım hem de dehşete kapıldım. Büyük güçlerin bu dünyaya hükmettiği düşüncesi bana ağır geldi. Bazı soruların şu an öngöremediğimiz bazı yanıtları var. Ancak hepimizi huzur dolu ve güzel olasılıkların beklediğine inanıyorum. Bu topraklarda gördüğüm güzelliğin karanlıktan daha büyük bir gücü olduğuna inanıyorum. En karanlık ve zorlu günlerimizde bu sevginin insanlığı cehennemin karanlık ve berbat kuytularına kaçıran bu korku çukurundan çıkaracak güvenli bir sığınak olacağını ümit ediyorum. Bu sevgi hepimizi kurtaracak. "


Çok sert ve türe kendi özgün dokunuşunu yapan bir western dizisi olmasının yanında dizide bir inceden The Walking Dead tandansı da vardı ilginç bir şekilde. Tıpkı The Walking Dead de olduğu gibi hukuk ve toplum kurallarının sona erdiği, hayatta kalabilmek için de buna adapte olmak zorunda olduğun bir habitatta geçiyor dizi. Ölmek çok kolay, öldürmek daha kolay, kendi kurallarına göre hareket eden irili ufaklı ve çok tehlikeli gruplar var, kadın olmanın başına korkunç şeyler gelmesi için yeterli olduğu bir ortam, hayatta kalmasına yetecek kadar kabuk bağlamış yalnız bir adam, küçücük yaşının üstüne 100 yaş daha binecek olan bir oğlan çocuğu ve vahşetin göbeğinde insan kalma mücadelesi. Çok farklı iki tür, ama çok tanıdık bir kavga, The Walking Dead'in The Walkind Dead olduğu efsane ilk sezonlarının havasını da üfürdü dizi yer yer yüzüme.

*Başlıktaki yazı bir kızılderili atasözünden; su gibi olmalıyız, her şeyden aşağıda, ama kayadan bile kuvvetli.


Yorum Gönder

0 Yorumlar