Do You Like Brahms - Brahms-Clara-Schumann Açmazı

Bazen bir dizi izledikten sonra çok lezzetli, tadı damağımda kalan bir yemek yemişim hissi hasıl oluyor bünyede. Do you like Brahms bittiğinde de işte böyle bir hisle kapattım ekranı, damağımda çok leziz bir tat, üstümde çok keyifli bir his, ama bittiği için de ince bir burukluk bıraktı. 


2020 yapımı dizi çok sakin, hatta çok durağan, tamamen diyaloglar üzerinden ilerleyen, karakteristik bir slice of life (yaşamdan kesit) draması. Klâsik müzik öğrencileri ve onların uzantısı olan hocalar, sponsorları, konserlerini organize eden kültür vakfı çalışanları etrafında gelişen, adından da selam çaktığı üzere klâsik müzikle içli dışlı bir dizi. Klâsik müziğe ilgisi veya bilgisi olmayan insanlar bu noktada bir uzaklaşabilir diziyle, ama öyle olmasın. Kdrama dediğimiz şeyin alameti farikası tam burada işlemeye başlıyor çünkü. Şahsen ben de belli bir meslek grubunu veyahut bir spor branşını ve o branşta çalışan insanların iş hayatını konu alan dizilere çoğu zaman mesafeli dururum, içinde sevdiğim oyuncular, beni çeken bir şeyler varsa bile açıp izlemeye başlamadan önce epey bir ayak sürürürüm. 2020 yapımı do you like Brahms'la kavuşmadan önce de bayağı bir ayak sürümüşüm. Ama başına oturunca da pişman olduğum tek şey geç kalmak oldu. İyi yapılmış kdramaların alameti farikası dedik ya, o işte, öyle bir yerden yakalar ki bu diziler hele ki bir de slice of life türündeyse, usul usul, hayattan bir parça gibi akıyorsa hikâye demini ala ala, hiçbir ilgin alakan olmayan bir meslek grubunun hikâyesini gözünü kırpmadan izlerken bulursun kendini. Kdrama yapıcılar bu işin ilmini bilir, slice of life türündeki dizilerinin her biri biriciktir, çok özel bir yerden dokunur ruha. Do you like Brahms da da bu kaide tıkır tıkır işlemiş, klâsik müzik öğrencilerinin dünyasına açtığı minik bir pencereden kocaman bir şey bulup çıkarmış ve o şeyin içine insana ait pek çok duyguyu, sancıyı sığdırıp herkese dair bir hikâyeye dönüştürmüş.

Her şey Johannes Brahms'la başlıyor. Arkadaşı Schumann'ın eşi Clara'ya aşık olan Brahms, Schumann öldükten sonra bile Clara'yla beraber olmamış, ama başka bir kadınla da evlenmemiş ve frei aber einsam (özgür ama yalnız) görüşünü benimsemiş ve hayatı boyunca yalnız yaşamış bir bestecidir. Bizim hikâyemizin kahramanı olan piyanist Park Joon-Young'un gölgesini ve akıbetini üstünde hissettiği, bu yüzden de bestelerini sevmediği ve çalmadığı bir adamdır. Ve bu hikâye en öz haliyle piyanist Joon-Young'un Brahms'la barışma serüvenidir.


29 yaşında, dünya çapında üne kavuşmuş bir piyanist olan Park Joon-Young yıllarca süren yurt dışı programlarından sonra hem bir süre dinlenmek, hem de konservatuardaki kalan son derslerini verip mezun olmak için Kore'ye döner. 20'li yaşlarında keman çalma sevdasına kapılan ve işletmeyi bitirip konservatuara başlama çılgınlığı yapan 29 yaşındaki Chae Song-Ah da tıpkı onun gibi son dönem dersleri ve mezuniyet performansını vermek için okula gelmektedir. Dâhilik ve yeteneksizliğin sancıları ile boğuşan, hayatları da, klâsik müzik kariyerleri de çok farklı uçlarda akan bu ikili, ortak bir noktada denk düştükleri bu minik zaman zarfına kocaman bir aşk hikâyesi sığdırırlar. 


Dizinin en çarpıcı kısmı ortak noktası klâsik müzik olan tüm karakterlerin bu konuda çok farklı seviyelerde olmasıydı. Bu sayede de boyutlu ve girift bir anlatıma sahipti. Park Joon-Young doğuştan yetenekli ve dünyaca ünlü bir piyanist, ana kadın karakter olan Chae Song-Ah ise onun tam tersi küçük yaşta kemana başlamamış, yeteneği de olmayan bu yüzden de çok ama çok zorlanan kızdı, Joon-Young'ın Clara'sı olan Lee Jung-Kyung ise çocukken yetenekli ve gelecek vadettiği düşünülen ama yaş aldıkça enstrümanına olan ilgisi de yeteneği de sönmeye başlayan ve dâhilikten sıradanlığa düşmenin kompleksini yaşayan bir kemanist, sevgilisi Hyun-Ho ortalama bir yeteneğe sahip, ama çok çalışkan ve disiplinli bir çellisti. Diğer bir açıdan hepsinin sosyo-ekonomik durumları da farklıydı ve bu da klâsik müzik kariyerlerinde durdukları noktayla çok yakından ilgiliydi; Park Joon-Young fakir bir aileden geliyordu, kendine ait bir piyanosu bile yoktu ve müzik onun için duygusal tatminden önce bir gelir kapısıydı, Chae Song-Ah beyaz yaka bir anne babanın kızıydı, o yüzden ailesi 20 yaşından sonra kemana sarmasını bir derece desteklese de asla kafalarına yatmıyordu, Lee Jung-Kyung elit bir ailenin kızıydı ve klâsik müzik onun tercihine bile bırakılmadan onun adına tercih edilmiş bir yoldu, Hyun-Ho ise Park Joon-Young gibi alt-orta sınıf esnaf bir aileden geliyordu ve tıpkı onun gibi sırtını dayayabileceği tek şey disiplinli ve sıkı çalışmaydı.. gibi gibi dizideki tüm genç karakterlerin ortak noktası olan klâsik müzikte her birinin seviyesi de, şartları ve baş etmek zorunda olduğu zorluklar da farklı farklıydı. Çok temel tek bir ana hikâyeden küçük küçük birçok farklı hikâye türetebilmişti dizi bu metotla ve bu yönünü çok sevdim.


Zaten dizi diyaloglar üzerinden yürüyen, büyük hareketleri olmayan, sakin bir yapıya sahip, bu durumun avantaj ve dezavantajları var. İyi bir slice of life draması bu türün dezavantajlarını eritip avantajlarını doğru kullanabilendir ve do you like Brahms bunu becerebilmiş bir iş. Avantajı şu ki; durağan ve diyaloglar üzerinden yürüyen bir dizide sadece ana karakterleri değil, ayrı ayrı her bir karakteri ve ilişkiyi derinleştirebilmek mümkündür, yan karakterler ana karakterlerin hikâyesine hizmet etmez, kendi hikâyesiyle var olur, incelikli fırça darbelerinin görünürlüğü fazladır bu türde. Çok basit ve monoton görünen bir senaryoda finale gelindiğinde aslında ne kadar derine inildiğini, hiç çaktırmadan ne kadar uzun bir yol gidildiğini fark eder insan hayretle, iyi bir slice of life draması bu hissi yaşatır izleyiciye incelikli fırça darbeleriyle. Brahms'da da bu fırça darbelerinden bolca vardı. Dizide gelişim gösteren, kendini yenileyen ya da onaran çok fazla karakter hikâyesi var, hepsini de sempati duyarak keyifle izledim, ama Park Joon-Young çok özel bir yere yerleşti bende, çok içe dönük, ketum bir erkek olmasına rağmen fena hâlde bağladı kendine. Chae Song-Ah ile ilişkileri de iki içe dönük, çekingen insanın nahif ve kırılgan aşkıydı zaten, utanıp durdular flört etmeye başladıkları süreçte, müthiş tatlıydı o hâllerini izlemek.

Lütuf mu, Lanet mi?

Park Joon-Young küçük yaşta piyanoya istidadı keşfedilmiş ve elit bir aileye mensup ihtiyar bir kadının kurduğu kültür vakfının himayesinde yetişmiş, palazlanmış, hâlâ da aynı kadının himayesinde birçok ülkede durmadan resitaller veren genç bir adam. Fakir bir aileden gelip sınıf bir meslek icra etmenin kompleksini mütevazi karakteri sayesinde çok erkenden aşmış olsa da bu elit ailenin kızı ve en yakın arkadaşının sevgilisi olan Lee Jung-Kyung'a duyduğu aşk onu tamamen içe kapanık, hatta biraz da depresif ve küskün bir insan hâline getirmiş. Karakterin başlangıç doneleri hiç de iç açıcı değil kısacası. Ama dediğim gibi incelikli fırça darbeleriyle ortaya çıkan Park Joon-Young harikulade bir karakter. 


Sırf ve sadece Park Joon-Young'un piyanoyla olan ilişkisi bile bu diziyi tek başına sırtlanıp götürebilecek kadar özel bir hikâye. Çalıştığı alanda çok başarılı olmak, dünyaca üne kavuşmak kim istemez, hangi işte çalışırsa çalışsın herkes için bir lütuftur bu.. Ya da öyle midir? Park Joon-Kyung'un piyanonun başına geçtiği her an kararan yüzü, buruşan alnı bunu ilk andan itibaren sorgulatıyor zaten izleyiciye. Ortaokul çağından itibaren durmadan dinlenmeden piyano çalan, sürekli piyano yarışmalarına katılan, birçok ödül alan, her büyük yarışma öncesi sıkı bir çalışma kampına girip her seferinde 5-6 kilo veren, uyku ilaçlarına bağımlı hâle gelmiş Joon-Young'un yarışma kavramının onun için ne ifade ettiğini anlattığı sahne çok özel bir anekdottu. "Yarışma demek, sessizlik demek benim için. İlk defa bir piyano yarışmasına katılmak için yurt dışına çıktığımda bizi bir otele yerleştirdiler. Herkesin odasında pratik yapabilmesi için birer piyano vardı. İlk başta herkes odasında piyano çaldığı için müthiş bir gürültü geliyordu odama. Sonra her aşamada birileri elenmeye başladı. Elenenler otelden ayrıldığı için piyano sesleri yavaş yavaş azaldı. Son gün geldiğinde ben birince oldum, kutlamadan sonra odama döndüm, herkes gitmişti, bir tek ben kalmıştım ve o sessizlik."


Joon-Young'un karmaşık ruh hâlini yalın bir biçimde aktaran çok anlamlı bir sahneydi bu. Başarıyla gelen yalnızlığı, yalnızlaştıkça baş gösteren melankolisi ile zaten yeteneğinin lütfu lanete meyilliyken, bir de ona güvenip sürekli iş kurup iş batıran babasının bitmek bilmez para talepleri yüzünden piyano onun için sadece para kazanmak için çaldığı ve ününü kaybetmemek için de sürekli yarışmalara girip derece yapmak zorunda olduğu bir işkenceye dönüşür giderek ve soğudukça becerileri körelmeye, popülaritesi sönmeye başlar. Tamamen çıkmaz bir sokaktadır karakter ilk bölümlerde; piyano çalmak onun için artık işkenceye dönüşmüştür, ama babası yine borca girmiştir ve çalmak zorundadır, aşık olduğu kız onu öpmüştür bir anda, ama hâlâ arkadaşıyla sevgilidir ve bu utanç verici aşk üçgenini yıllardır üçü de farklı ülkelerde dolanıp durduğu için uzak mesafeyle bir şekilde kaldırabiliyorken şimdi üçü de Kore'de ve dip dibedir. Nefes alamadığı, bir adım bile ilerleyemediği bir noktadır, yani artık "o kız"la tanışmasının vaktidir!

İlk ve Son Kez


Chae Song-Ah puzzle'in uyumsuz parçası gibi bu hikâyede. Herkesin 4-5 yaşında başladığı bir işe 20'li yaşlarının ortasında girişecek kadar hayalperest bir kız. Baş etmek zorunda olduğu sıkıntılar diğerlerinden apayrı. Kendisi sonuncu sırada mezun oluyorken ve ne kadar çalışırsa çalışsın profesyonel anlamda hocaları tarafından asla ciddiye alınmıyorken aşık olduğu adamın dünyaca ünlü bir piyanist olması da bu başarısızlığın ezikliğini aşmasına hiç yardımcı olmuyor hâliyle. Chae Song-Ah'nın mezuniyet resitali için kendine bir türlü piyano çalacak bir partner bulamamasına acı acı güldüm mesela, ülkenin en ünlü piyanistlerinden biriyle sevgiliyken, piyano öğrencilerinden ona eşlik edecek birini bulmaya çalışıyordu yalvar yakar. Joon-Young eğer ona eşlik ederse Chae Song-Ah'ın torpilli yaftası yiyip daha da kötü duruma düşeceğinden korktuğu için teklif etmekten imtina eder, Chae Song-Ah'da istemeyi gururuna yediremez, zaten ikisi de çok içe dönük yapıdadır, derken derken böyle trajikomik bir noktaya geldi dayandı aralarındaki meslekî uçurum.


(Bi' minik spoiler) Zaten mezuniyet töreni  gelene kadar ayrıldıkları için beraber çalmayacaklarını düşünmüştüm, ama son anda Park Joon-Young'ın dolu dolu gözlerle ve son derece romantik bir biçimde "Senin için çalmak istiyorum" demesi ve beraber Brahms çalmaları eşsiz güzellikte bir sahneydi. Sevgiliyken çalsalar belki o kadar hislenmezdim, ama ayrılık ateşiyle harlanan resitallerinden çok keyif aldım. Yüklenen anlamlar değişince her şey değişiyor. Sevgiliyken resitalde beraber çalmaları ikisi için de "dışarıdan nasıl görünür, ne düşünülür" diye endişe duydukları rahatsız edici bir fikirdi, ama ilişkilerinin bittiği, Chae Song-Ah'ın kemanı, Park Joon Young'ın piyanoyu bırakmaya karar verdiği, gemilerin yandığı, her şeyin canı cehenneme noktasına gelip dayandığı yerde, ilk ve son kez çıkıp beraber çalmaları büyüleyici bir âna dönüştü.


Slice of life türündeki dizilerden ilham verici bir son dokunuş beklerim illa ki, türün de karakteristiğidir bana göre. Klişe anlamda mutlu son olması gerekmez, ama ilham verici, ferah feza bir son beklerim. Do you like Brahms bu beklentimi karşılayan şık ve özenli bir finalle veda etti. Park Joon-Young laneti hâline gelen yeteneğini yeniden lütuf bilip severek piyano çalmayı öğrendi ve Brahms'la barıştı. Chae Song-Ah sınıra dayandığını kabul edip elinden gelen her şeyi yaptıktan sonra bırakmanın soylu rahatlığıyla kemanına veda etti. İlişkilerini çok güzel bir yerden onarıp yola devam dediler. Kendi içinde birçok sorunla cebelleşen her bir karakteri, sihirli bir değnekle mutlu sona taşıyarak değil hayır, yürümeleri gereken doğru yola sevk ederek uğurladı dizi. Ki kahramanlarımızı finalde uğurladığımız yolların hiçbiri de gül bahçesi değildi, çok çabalamaları gereken ve çok çabalasalar da başarılı ve mutlu olacaklarının bir garantisinin olmadığı meşakkatli seçimlerdi her biri, ama sonu ne olursa olsun yürümeleri, uğruna emek çekmeleri gereken doğru yollara yürüyüp gittiler. Mutlu bir sondan daha fazlasıydı bu.













Yorum Gönder

0 Yorumlar