İnsanda bir filmden daha fazlası, daha başkası olarak yer
eden yapımlar vardır. İçerde özel bir yerlere dokunan, iyi gelen, bir kapı
açan, ilham veren, sanki kulağınıza ihtiyaç duyduğunuz cümleler fısıldıyor gibi
hissettiren filmler.. Little Forest bende bu manaya sahip bir film. Bir
“soluklanma arası” bu filmi izlemek benim için, defalarca izledim ve bu
seferinde size de anlatmak istedim.
2004 yılında Daisuke Igarashi tarafından manga serisi olarak
yayınlanmaya başlayan Little Forest önce 2014’de Japon filmi, ardından da
2018’de Güney Kore filmi olarak beyaz perdeye uyarlandı. Benim bu yazıda
bahsedeceğim film ise Kore uyarlaması olan.
Film üniversiteden yeni mezun olan ve memuriyet sınavından
geçemeyen Hye-Won’un bir bunalıma girip karlı bir kış günü herkesten habersiz
Kore’nin tarımcılıkla uğraşan küçük bir köyündeki aile evine geri dönmesi ile
açılıyor. Seul’da yaşayan erkek arkadaşına gittiğini, köyde yaşayan halasına
ise döndüğünü haber vermeden sessizce, yıllar önce tamamen terk edilmiş olan
eski evlerine dönerek dünyadan ve sorunlarından saklanıyor Hye-Won. Bütün bir
film bu çıkış noktasından ibaret. Hayalleri ile çıktığı yolda, ellerinde
sorulardan başka bir şey kalmadan bir çıkmaz sokakta kalakalan bir genç kızın
cevapları ve kaybettiği yolunu yeniden keşfetme hikâyesi. Oldukça içe dönük,
yalın ve durağan bir film olan Little Forest bu serüven boyunca bir an bile sıkıcı
olmamayı da alnının akıyla başarıyor ama.
Gelelim filmin bir diğer ana kahramanına; yemeklere. Bir
sahnede köyde yaşayan çocukluk arkadaşı, Hye-Won’a neden döndüğünü sorduğunda
Hye-Won “acıktığım için” cevabını veriyor. Arkadaşı “Dalga geçme, sınavı
geçemediğin için mi döndün, utandığın için?” diye üstelediğinde de “gerçekten
acıktığım için döndüm” diyor gülümseyerek. Ve sonra film genelinde de devam
edecek olan çocukluk flashbacklerinden biri ile o köy evinde çocukken annesinin
ona ne lezzetli yemekler yaptığını görüyoruz.
Şehir hayatının koşuşturmasında sürekli hazır veya
dondurulmuş yemekler yemek zorunda kalan, ama bunları hiç sevemeyen Hye-Won’un
güzel yemekler yiyememesiyle tetiklenen depresyonunun derininden köye dönüşüyle
beraber anne yarası da kendini ele veriyor. “Yemek yapmak ve yemek” geleneği
önce annesiyle arasındaki en özel bağı temsil ederken giderek kaybettiği içsel
huzurunu da geri kazanacağı çıkış noktasına dönüşüyor. Ve biz de film boyunca
hem şahane yemek tarifleri izliyor, hem de güzel ve sağlıklı yemek yeme
alışkanlığının önemini hatırlıyoruz.
Yemek ihtiyaç olduğu kadar şifadır da; sağlıklı, özenli,
lezzetli yemekler yapmak ve yemek bedene olduğu kadar ruha da şifadır. Hye-Won
sadece sebze yetiştirip yemek yaparak, yazdan kışa reçeller, kıştan yaza
kurutmalıklar hazırlayarak doldurduğu köy rutininde bedenine güç, ruhuna ise
şifayı böyle buluyor. Aradığı cevapları değilse de, cevap bulmaya teşne zihin
berraklığına ve ruh dinginliğine bu vesile ile kavuşuyor.
Geceleri korkmasın diye yanına verilen Fuko adlı köpek,
çocukluk arkadaşları Jae-Ha ve Eun-Sook ve halasının da iştirakı ile Hye-Won’un
köy inzivası içsel olduğu kadar renkli de bir maceraya dönüşüyor.
Jae-Ha da tıpkı Hye-Won gibi liseden sonra üniversite için
Seul’a gidip köyü terk etmiş bir genç adam. Ama onun köye geri dönüşü
Hye-Won’dan farklı. Bilerek, isteyerek ve sorumluluğunu da üstlenerek Seul’daki
işinden istifa edip çiftçi olmak için köyüne geri dönüyor Jae-Ha. Babası, diğer
çiftçiler ve internet sayesinde inceliklerini öğrendiğini söylediği seracılık
ve çiftçilik işleri ile bedenini yorsa da en azından strese girmediği bir hayat
yaşamaya başlıyor, kendi ifadesi ile.
Ve Hye-Won’un ruhsal arayışında da önemli ilham
kaynaklarından biri haline geliyor giderek. Seul’da ofis çalışanı olarak
geçirdiği günlerden bahsederken “kendimi o şekilde yaşarken görmek beni deli
ediyordu.” diyor Jae-Ha. Keyif verecek bir şeyler yapmak için maaş gününü
bekleyen, ufak tefek şeyler yüzünden, hatta belki bazen sadece gününde olmadığı
için müdüründen azar işiten, hep emir altında olan.. Böyle bir insan olarak
yaşamak istemediği için sıfırdan başka bir şeye başlama cesareti gösteren
Jae-Ha sayesinde Hye-Won da kendine çizdiği basmakalıp gelecek planlarını
sorgulamaya başlıyor ve kendisi için de “o şekilde yaşamaktan çok rahatsız
olduğu” hayatını değiştirecek gücü ve cesareti ufak ufak heybesinde toplamaya
başlıyor.
Bu arayıştaki en önemli figür ise annesi. Babası o çok
küçükken öldükten sonra annesi ile baş başa kalan Hye-Won’un tüm çocukluk ve
gençlik anıları şehirli bir kadın olan annesinin o köyde daha önce adı bile
duyulmamış birbirinden zarif, lezzetli yemekler ve tatlılar yapışı ile dolu.
Hye-Won üniversiteyi Seul’de okumakta ve köye geri dönmemekte kararlı olduğunu
söyledikten sonra üniversite kabul sonuçları açıklanmadan kısa bir süre önce
annesi artık kendisi için de yeni şeyler deneme vakti geldiğini anlatan bir
mektup yazıp sessizce çıkıp gidiyor. Bu terk edilişin hırsını ve sızısını hiç
aşamayan Hye-Won’un yıllar sonra yenik bir şekilde başı önde köye geri dönüşü
de böylece annesiyle ilgili bastırdığı her şeyin en derinden en yüzeye doğru
ince ince sızmasına sebep oluyor.
“Doğa, yemek yapmak ve Hye-Won” annesinin küçük ormanının bu
değerli elementlerden oluştuğunu anlatıyor ve anlatırken kendi de bir kez daha
hatırlıyor Hye-Won. Annesinde büyülendiği her şeyin; zarafetin, dinginliğin,
bilgeliğin bu küçük ormandan aldığı nefes sayesinde olduğunu anlıyor. Onu
nefessiz bırakan şeyin bu yoksunluk olduğunu da. Ve böylece idrak ediyor; bu
yolculuk kendi küçük ormanını bulmak için..
Yemek yapmak annesiyle arasındaki görünmez bir köprü. Onun
tariflerini hatırlamaya çalışarak ondan gördüğü yemekleri, tatlıları, reçelleri
yaparken annesiyle ilgili unuttuğu ve hatta daha önce hiç düşünmediği birçok
küçük ama önemli detayı da fark etmeye başlayan Hye-Won’un içsel arayışı da böylece
artık annesini anlayabilmesiyle nihayete eriyor.
Soğan yetiştirmek gibi. “Önce tomurcukları toprağa atıp
üzerini hasırla örtersin. Sıcak kalmaları için. Orada bir süre kalınca
filizlenmeye başlarlar. İşte o zaman o filizleri alıp toprağa ekersin.” Hye-Won’un
köydeki bir senelik inzivası da bu metaforla özetleniyor. Soğan ya da insan.
Toprağa ait her canlı bir noktada ortak istidatlara sahip olsa gerek.
*Spoiler* Kaçış olarak başlayan bu serüven bir yüzleşmeye
evriliyor giderek ve kış, ilkbahar, yaz ve sonbahar mevsimleri; doğanın,
toprağın, sebzelerin ve köy yaşantısının deviniminde geçip giderken Hye-Won tam
dört mevsim sonra, geldiği gibi yine bir kış gününde, ama bu kez cebinde
sorularla değil cevaplarla şehre geri dönüyor.
Film burada bitse yine severdim, ama bu kadar ince yer
etmezdi bende. Esas tüm bu hikâyeye anlam katan Hye-Won’un Seul’da geçirdiği
bir mevsimin ardından bu kez özgüvenli, ne istediğini bilen, başı dik ve
keyifli bir genç kadın olarak mis gibi bir bahar gününde köye geri dönmesi.
Üstelik bu kez sadece sırt çantasıyla değil, yanında da kocaman bir bavulla:)
Annesiyle ilgili minicik final sürprizi ise filmin
zarafetine yapılan son dokunuş mahiyetinde.
Sonuç olarak; doğayı, dinginliği, kendi içine dönmeyi,
minimal yaşamı, lezzetli ve sağlıklı yemekleri ve hepsinden bir parça olan
anneleri anlatan hikâyesiyle benim için değerli ve özel bir film Little Forest.
İnsan iç huzurunu bulamayınca kendinden kaçmaya başlıyor, kendinden kaçarken de
çok şeyi, mühim olan her şeyi ıskalıyor fark etmeden. Bunu hatırlıyorum her
izlediğimde.
0 Yorumlar