Piku ve Vicky Donor gibi çizgi dışı filmlerin yönetmeni Shoojit Sircar‘dan yine çizgi dışı kabul edilebilecek, durgun ama derin bir film October.
Hayatımın bir döneminde, çok zor bir döneminde.. Hayır en
zor döneminde yaşadıklarıma benzer bir konusu olduğunu görüp izlemeye birkaç
kez yeltendim October’ı ve her seferinde vazgeçtim. Filmin afişi, traileri
güzelliğiyle beni büyülese de aşamadığım travmaları kanırtmasından çekindim
biraz. Bu şekilde uzun süredir izleme listemde beklettiğim bir filmdi.
Ve nihayet izleyebildim. Korktuğum gibi olmadı, bilakis benzer şeyleri başka
insanların da yaşadığını ve hatta göğüsleyebildiğini kurgu bir filmde dahi olsa
izlemek, mücadele süreçlerine tanıklık etmek iyi geldi sanırım. Bastırmaya,
düşünmemeye çalıştığım şeyleri işlemesine rağmen bana iyi gelmesindeki en büyük
etken de October’ın acı bir olaydan dram damıtma derdine düşmeyecek kadar
“olgun” bir film olmasındaydı. En çok da bu yüzden izlerken incitmedi,
bunaltmadı film.
Ne peki konusu.. Dan ve Shiuli beş yıldızlı bir otelin staj
programında eğitim gören iki stajyerdir. Bir arkadaşlıkları, özel bir bağları,
hatta ikili bir muhabbetleri dahi yoktur. Shiuli ekibin çalışkan, disiplinli,
parlak öğrencisiyken Dan gevşek, sürekli şeflerden azar işiten, başına
buyruk bir çocuktur ve tamamen ayrı kutuplarda olduğu Shiuli ile de yıldızı pek
barışmaz.
Otelde yılbaşı partisinin düzenlendiği bir gece stajyerler
işlerini bitirdikten sonra kendi aralarında eğlenmek için terasa çıkarlar.
Dan’in aralarında olmadığını fark ederler, Shiuli tam teras duvarının üzerine
oturmak üzereyken “Dan nerede?” diye sorar ve ardından üçüncü kattan beton
zemine düşer. Ağır yaralanır ve komaya girer.
Shiuli’nin düşmeden hemen evvel “Dan nerede?” diye sorduğunu
öğrenince Dan’in kafası allak pullak olur. Hiçbir samimiyetleri olmamasına
rağmen neden düşmeden hemen önce onun nerede olduğunu sorduğuna anlam veremez.
Sık sık yoğun bakıma Shiuli’yi ziyarete gitmeye başlar. Shiuli’nin yakın
arkadaşı olan diğer çocukların gelip gitmeleri zamanla seyrekleşirken Dan’in
yoğum bakıma ziyaretlerinin sayısı da, süresi de giderek artar. Shiuli’nin
annesi Vidya’nın da en büyük destekçisine dönüşür. Ve yoğun bakımda yatan
Shiuli yavaş yavaş Dan’in tüm dünyası hâline gelir.
Otel ve hastane. Konaklama hizmeti veren, bir bakıma benzer
iki mekan, içlerine girince ise apayrı iki dünya. İnsanların genelde tatil
yapmak için mutlu zamanlarında, maddi manevi refah zamanlarında ziyaret
ettikleri beş yıldızlı turistik bir otel ve yoğun bakım ünitelerinde ölüm kalım
savaşı verilen, uykusuz hemşireleri, koridorlarında bitap düşmüş hasta
yakınları olan bir hastane ve bu iki ayrı dünya arasında savrulup duran Dan.
Filmin konusu bu!
Bunun ne ağır bir psikoloji olduğunu gönül istedi ki
bilmeyeyim, ama çok iyi biliyorum. Yoğun bakımda tedavi gören ve ne zaman
iyileşeceği, iyileşip iyileşmeyeceği belli olmayan bir sevdiğin olduğunda
hastaneler artık girip işini hallettikten sonra derin bir nefes alarak arkana
bakmadan terk ettiğin değil, içinde kaybolduğun dipsiz bir mekan hâline
geliyor.
Günlük rutinini, her gün tekrarlanan yorucu döngüsünü,
akşama doğru yavaş yavaş ıssızlaşışını ve gece olduğunda gömüldüğü o buz gibi
sessizliği öğreniyorsun. Bir kolonu gibi, bir duvarı, bir levhası gibi sen de
artık hastanenin bir parçasına dönüşmeye başlıyorsun. Hastane çalışanlarıyla
ahbap oluyorsun, sayısız insan hikayesi dinleyip sen de kendininkini
anlatıyorsun. “Ev” kavramından ise giderek uzaklaşıyorsun. Kişisel rutinin kayboluyor,
hastanenin düzenine tâbisin artık. O yüzden dışarıdaki dünyadan, hep bir
devinim halinde akan hayattan kopuyorsun giderek.
Bu dönüşümü bizzat tecrübe ettiğim için Dan’in giderek sosyal ve iş hayatından kopuşu, arkadaşlarından uzaklaşıp oteldeki stajını da savsaklamaya başlaması bana gerçeklikten uzak gelmedi hiç. Bu sürecin aynısını yaşadım. Etrafımdan kısa zaman öncesine kadar içlerinden biri olduğum insanlar geçip duruyordu her gün, bir telaş. İzliyordum onları, artık onlardan zihnen bir milyon ışık yılı uzak bir yerdeydim ve oradan izliyordum. October da tam bunun tasvirini yapan bir film işte. Biçâre bir bekleyişin tasvirini..
Yaşamak için Bir Sebep
Dan Shiuli’nin düşmeden hemen evvel “Dan nerede?” diye
sorduğunu bir süre sonra tesadüfen öğreniyor. Ve hemen söylemedikleri için
arkadaşlarına kızıyor. “Önemli bir şey değildi, öylesine sordu” deniliyor ama
Dan’in dert ettiği tam olarak bu değil. “Shiuli şu an komada, şimdi ben ona o gece
nerede olduğumu nasıl söyleyeceğim, ha?” diyerek çıkışıyor arkadaşlarına.
Oteldeki stajını savsaklamaya başlayıp sürekli hastaneye
gittiği için kızan arkadaşları “Yaşayıp yaşamayacağı bile belli değil niye bu
kadar kaptırıyorsun kendini” dediğinde ise “Bir şeyler yapmak için yaşayacağına
emin olmamız mı gerek?” diye cevap veriyor. Dan değişmeye başlıyor, ya da şöyle
ifade edeyim; Dan ruhunda taşıdığı “iyi insan olabilme” potansiyelini keşfedip
değerli bir maden gibi işlenmeye başlıyor.
(Dan’in odasının duvarındaki “çözümün mü, yoksa problemin
mi bir parçasısın?” yazan poster karakterin geçirdiği dönüşüme ışık tutuyor)
Shiuli’nin terastan düşmesinden öncesine gittiğimizde; şefin
ona verdiği hiçbir görevi beğenmeyen, sürekli bir şeyleri eleştiren, sorun
çıkaran bir ayrık otu Dan. Sadece bu yönüyle biliyoruz karakteri. Belki o da
kendinin sadece bu yönünü biliyor o zamana dek. Dışarıdan bakan bir göz Dan’in
samimi bile olmadığı bir iş arkadaşının yoğun bakım sürecinde sürekli yanında
olmasını, hastanelerde yatıp kalkmasını, bu yüzden kendi kariyerini
baltalamasını bir çeşit salaklık, saçmalık, enayilik olarak yorumlayabilir.
Genelde de öyle yorumluyorlar zaten. Halbuki bilemezsin. Bir insana gerçek
anlamda yaşamak için bir sebep verecek olan uğraşın ne ve nerede olduğunu asla
yüzeyden bakarak kestiremezsin. Ve bazen enayilik sandığın “zahmet” sana çok
değerli bir kapıyı açacak olan anahtardır, göremezsin.
Ama Dan görüyor. Shiuli’ye koşulsuz ve karşılık beklemeyen
bir sevgi vererek, Shiuli’nin annesine onun tabiriyle yaşadığı en zor süreçte
yıkılmasına engel olan bir “kolon” işlevi görerek Dan büyüyor, sorun yaratan
mızmız bir velet olmaktan çıkıp çözüme kafa yoran, elini taşın altına koyan
olgun bir erkeğe dönüşüyor.
‘Shiuli terastan düşmeden evvel neden Dan’in nerede olduğunu
sormuştu, iki genç arasında her ne kadar özel bir iletişimleri olmasa da
duygusal bir bağ var mıydı, aşıklar mıydı’ gibi soruları yanıtlamaktan
özellikle kaçınıyor film. Kazadan önceki rutin otel işleri esnasında birebir diyalog kurmaktan kaçınsalar da birbirlerinin arkasından kaçamak
bakışlar attıkları birkaç sahne var, o kadar. Belki Dan ve Shiuli arasındaki
soyut bağı seyircilerin kişisel tercihiyle şekillendirmesini istemiştir
yönetmen. Ya da belki, zaten son derece gerçekçi bir film olan October’ı diğer
birçok unsurda olduğu gibi “söze dökülmemiş aşk” konusunda da gerçekçi bir
seviyede tutmayı tercih etmiştir..?
Dağ Çiçeklerinin Ömrü Kısa Olur
*Spoiler*
Filmi iki yönlü olarak ele almak gerek. Biri Dan’in
olgunlaşma süreci, diğeri ise Shiuli’nin yitip gidişi.
Shiuli gece yasemini demek. Sadece Ekim ayında kendi
ağacında açan ve geceleri yere düşen, eşsiz kokulu, narin ve kısa ömürlü bir
yasemin çeşidi. Hikaye de bu gece yasemini metaforu üzerine kurulu. Shiuli
ismini borçlu olduğu bu çiçekleri çok seviyor. Otelin bahçesinde yere düşmüş
yaseminleri toplayıp bir kaba dolduruyor, bir gün. Ve personel odasına
getiriyor. Mesaisi bitip döndüğünde yerlere saçılmış olarak buluyor
yaseminleri. Odada ise sadece uyuklayan Dan var. Dan “ben düşürmedim” dese de
Shiuli “yine de toplayabilirdin” diyerek sitem ediyor. Yaseminlerden bir
tanesini alıp kaba koyan Dan “al bak ben de koydum işte bir tane” deyip
uyuklamaya devam ediyor. Alelade bir diyalog izlenimi veren bu sahne, hikayenin
bütünü ve Dan-Shiuli ilişkisinin gelişimi açısında birçok metafor içeriyor
aslında.
Dan 1 sene sonra yeniden Ekim geldiğinde ve yeniden gece
yaseminleri yere düştüğünde komada yatan Shiuli için o çiçekleri bu kez
itinayla toplayıp bir gece vakti yoğun bakıma Shiuli’ye getirip yastığına
saçıyor. Sabah gelen doktorlar Shiuli’nin çiçeklerin kokusuna tepki verdiğini
görüyor ve aylar sonra yaseminler ve dolayısıyla Dan sayesinde Shiuli ilk kez
yaşam belirtisi gösteriyor, çok geçmeden de komadan uyanıyor.
Konuşamıyor, hareket edemiyor, sadece gözleriyle reaksiyon
veriyor bir şeylere. Kaza, ameliyatlar, koma eski Shiuli’den neler alıp
götürdü, Shiuli’nin ne kadarı geri döndü, ne kadarı yitip gitti, neyi ne kadar
algılıyor ya da hatırlıyor kestiremiyorlar, ama Dan’in de dediği “biz onu
hatırlıyoruz ya, yetmez mi” yeter, hiç yetmez mi. O durumdaki pek çok insan
gibi ailesi de yaşadığı için şükrediyor ve bu yetiyor. Adıyla beraber kaderini
de aldığı gece yaseminleri gibi Shiuli’nin çiçeklenmesi ve ömrü de kısa
sürüyor. Hastaneden eve çıktıktan birkaç hafta sonra Shiuli vefat ediyor.
Hayat ve ölüm birbirinin içinde, birbirine karışarak akıp
gider her zaman. Birini diğerinden ayıramazsın, hayat fikri ölüm gerçeği ile
kesintiye uğrar, ölüm ise hayata karışarak hafifler. İç içeler her zaman. Dan
de Shiuli’nin annesi Vidya’nın tavsiyesine uyup işine odaklanıyor Shiuli’nin
ardından. Birkaç senelik bir zaman atlamasından sonra Dan’i stajyerken
kovulduğu otelin mutfağında şef aşçı olarak görüyoruz. Hayat takas prensibine
dayanır, sizden bir şeyler alırken karşılığında da bir şeyler verir. Aynı hayat
Dan’i olgunlaştırıyor, başına çok belalar açacak potansiyele sahip sivri
karakterini törpülüyor.
Finalde Vidya’nın Shiuli için diktiği yasemin ağacını yanına
alarak da Shiuli’nin hatırasını ve ona kattığı değeri asla bırakmaya niyetli
olmadığını gösteriyor. Ve böylece anlıyoruz ki; bu hikayenin daldan düşen
yasemini Shiuli olsa da, o yasemin için her zaman ev ve umut olmaya devam
edecek olan Ekim ayı da Dan.
0 Yorumlar